BİR PENCERE VE NİCE MUCİZE
Elimizdeki telefonları, okuduğumuz kitapları, gözlerimizi şahit kıldığımız o güzelim manzaralı mekânları, yaptığımız paylaşımları, sokağa çıkma yasağını, duvara astığımız başarı belgelerini, girdiğimiz siteleri, popüler gündemleri, bizi bekleyen sınav haftasını, yapılan zamları dünyaya ve kendimize ait her ne varsa hepsini bir kenara koyalım.
Dışımızdaki ve içimizdeki sesleri bir süreliğine sessize alalım.
Ardından dünya sınırları ile kuşatılmış hayatlarımız ve kalıplaşmış fikirlerimizle kendimiz arasına bir perde çekelim.
Önyargılarımız, amalarımız, endişelerimiz hep o perdenin arkasında kalsın.
Perdeyi çekelim ve yeni bir pencere açalım kendimize.
Önce derin bir nefes alalım.
Âlemi görebilmeyi, ufka yükselmeyi, hakikatin kıyısında soluklanmayı isteyelim, niyet edelim. İçinde bu dünyadan çok ebedi âlemin kokusunu barındıran bu yeni pencereden dünyamızı ve ahiretimizi güzelleştirecek manzaralara şahit olmayı isteyelim. Umudun, azmin ve sevginin gücüne kulak verelim. Allah'ın takdir ettiğinin en güzel ve en hayırlı olduğunu hissedelim.
Asırlar öncesine gidelim.
Henüz Asr-ı Saadetin rüzgârı kesilmemişti. Yer ve gök yüreklerin hidayet nuru ile aydınlanmasına şahit olmaya devam ediyor, çocuklar ilimle doğuyor, ilimle büyüyorlardı. İlim sanal âlemde değil Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin varislerinin dizi dibinde vahyin gölgesinde yüreklere nakşoluyordu. Kâğıdı ve mürekkebi olandan daha zengini yoktu o günlerde. Çok kitap okuyan değil ilim soyu bulunan değer görüyor, dünyalık kazançlar için değil yalnızca cennet için ilim yolculuklarına çıkılıyordu.
Arapçanın yabancı dil olarak anılması bir yana Kur’an’ımızın ve Şeriat’ımızın dili olarak görülüyor toprağın her bir karışı ilim, feraset ve cehtle dolup taşıyordu.
İşte bu iklimin yaşandığı günlerde Arap olmadığı hâlde Arapçada ve daha da ötesi ilimde zirve noktaya çıkanlar oldu. Ön yargıları, imkânsızlıkları her türlü olumsuz düşünceleri yıkıp koca bir mucizeyle baş başa bıraktılar bizi. Şimdi onlarla tanışma ve o âlemin kokusuyla can bulma zamanı.
Ebu Hanife Numan bin Sabit Rahmetullahi Aleyh (h. 80-150)
Kûfe’de Farisî bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi Ebu Hanife rahmetullahi aleyh. Ticaretle uğraşan varlıklı bir ailenin çocuğuydu.
Mekke’nin merkezinde ilmin ortasında değil aksine malın, mülkün ve her türlü imkânın bulunduğu zengin bir çevrede büyüdü. Çocukluğundan itibaren yirmili yaşlarına kadar da rahle başında değil babasının kumaş dükkânında ticaret yapmakla meşguldü. Dönemin ilim ehlinden bir zatın kendisine “Seni zeki, kabiliyetli ve hareketli bir genç olarak görüyorum. İlme ve âlimlerin meclislerine devam etmeyi ihmal etme.” demesi hayatının dönüm noktası oldu ve ilmin yolunu tuttu. Arap olmadığı hâlde ümmetin müçtehidi ve imamı oldu. Kıyamete kadar kapanmayacak o büyük yolun öncüsü oldu.
Ebu Abdillah Muhammed bin İsmail bin İbrahim el-Cu‘fi el-Buhari Rahmetullahi Aleyh (h. 194-256)
İlk sakinlerinin Türk olduğu bilinen Orta Asya’nın en eski yerleşim yerlerinden olan Özbekistan’ın Buhara beldesinde doğdu Buhari rahmetullahi aleyh. Annesinin terbiyesi ve şefkatli elleri altında büyüdü. Bugün tam kreşe gidecek yaşta denilecek bir dönemde iken o, Kur’an-ı Kerim’i ezberleyip Arapça öğrendi.
On yaşına doğru Buharalı muhaddislerden hadis öğrenmeye başladı. Henüz on sekiz yaşındayken ashabı kiramın ve tabiinin fetvalarını toplamış kırk yıl kadar süren ilim yolculuklarına çıkmıştı. Bini aşkın hocası oldu. Yüz binden fazla hadisi ezbere biliyordu. Artık hadis hafızı ve muhaddisti. Hadis ilminin tartışmasız otoritesi oldu.
Kur’an-ı Kerim’den sonra en güvenilir kitap olan El-Camiu’s Sahih’in müellifi oldu. Ardında bir daha aşılması mümkün olmayan koca bir çığır bıraktı. Onun için “Yeryüzünde Allah’ın yürüyen ayetlerindendir.” dendi.
Mustafa Sabri Efendi Rahmetullahi Aleyh (h.1286- 1373/m.1869-1954)
19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Ümmet-i Muhammed parçalara ayrılmış dünyaya adalet ile hükmeden Osmanlı Devleti çöküş günlerinin acı olaylarıyla boğuşmaya başlamıştı. Hilafet, dört bir yandan kuşatılmış kâfirler birlik olmuştu. Gaflet bulutları Müslümanların üstüne çökmüş, zihinleri bulanıklaştırıp gözleri kör etmişti. Bugün hasretini çektiğimiz ve acısını hâlâ yüreğimizin en derinlerinde hissettiğimiz Şeriat’sız bir dünyanın temelleri atılmıştı. Artık dünya karanlık bir evrenin eşiğindeydi.
Böyle bir dönemde Tokat’ta medrese ruhlu bir evde dünyaya geldi Mustafa Sabri Efendi. İlk hocası babası oldu. On yaşında hafızlığını ve Arapça eğitimini tamamlamıştı. Bir müddet de Kayseri’de ilim tahsilinde bulunduktan sonra her şeye rağmen hâlâ ilmin merkezi olmaya devam eden İstanbul’a gitti.
21 yaşında da ruûs imtihanını kazanarak Fâtih Camii’nin en genç müderrisi oldu. Zifiri karanlığın içinde ufak bir kandil gibiydi. Yurdundan defalarca sürüldü. Gittiği her yerde Arapça olarak kaleme aldığı yazılarıyla, İslam'a ve Müslümanlara karşı açılan savaşların çıkardığı yoğun sis bulutları arasında doğruyu görebilme yolunu tuttu. Mısır’da bulunduğu dönemde Ezher’deki âlimler bir Türk olarak Mustafa Sabri Efendi’nin Arapçaya olan hâkimiyetine ve dinine düşkünlüğüne hayran kaldı.
Osmanlının son Şeyhülislamı, peygamber aleyhisselamın son resmi varisi oldu. Mısır Kahire’de izzetiyle ve hür bir yürekle Rabbine kavuştu.
Ebu’l-Hasan en- Nedvi Rahmetullahi Aleyh (h.1332-1419/m.1914-1999)
Artık tarihler teknoloji çağını gösteriyordu. Hızlı bir değişim ve dönüşüm çarkına girmişti dünya ve her şey eskisinden çok daha farklıydı. Ama hissedebilen kalpler için ilmin ve kulluğun tadı hâlâ ilk günkü güzellikteydi. Ve bu kez asırlar öncesinde ihlâs ile atılan bir tohum Hindistan topraklarında yeşeriyordu.
İngiltere’nin Hindistan’ı işgal ettiği dönemde doğdu Nedvi rahmetullahi aleyh. Annesinin duasıyla attı ilme ilk adımlarını. Şeriat ilimlerinin yanında döneminin gücü hâline gelen matematik, coğrafya gibi ilimleri de öğrendi. On iki yaşındayken Arapça, Urduca, Farsça biliyordu. Hindistan çocuğuydu ama Arap edebiyatında ondan daha iyisi yoktu. Çoğunluğunu Arapça olarak kaleme aldığı 700’den fazla eser yazdı. Uzay çağının Allah’a çağıran hatibi oldu.
***
Dünyanın en muhteşem manzaraları bile sönük kalmıştı onların yanında.
Onlar Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin “Yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile, bugün elinizdeki fidanı dikin.”[1] buyruğunu yerine getiren ve arkalarında kıyamete değin kapanmayacak koca bir çığır bırakan önderlerimizdir önümüzde duran.
Ve bu pencere kimin hangi sevdayı yüreğinde taşıdığının en büyük deliliydi.
O vakit biraz aralık bırakalım bu pencereyi ki umudun, azmin ve sevdanın soluğu hiç eksik olmasın hayatımızdan.
[1] Buhari, el-Edebu’l-Müfred, 479.
0 Yorum