Dilediğince... Özgürce...

Dilediğince... Özgürce...

Özgürlük veya diğer bir ifadeyle hürriyet, insanoğlunun en kıymetli değerlerinden ve en zaruri ihtiyaçlarındandır. İnsan, hayatında oldukça derin ve etkili izler bırakacak kabiliyettedir. Dünyanın hizmetine serildiği bir yaratılışla yaratılan mükerrem insan için o seviyeyi taşımasını ve korumasını sağlayan önemli değer noktalarındadır.

Günümüzde hürriyet; herkesin üzerine konuştuğu, yorumladığı, kendi anlayışı üzerinden farklı biçimlerde değerlendirdiği evrensel bir mesele hâline gelmiştir. Özellikle de bu konuyu gündeme getiren ve üzerine konuşanlar daha çok bugünün insanlığını yönlendiren mevcut sistemler ve batı hükümetleri olunca hürriyet veya özgürlük dediğimiz kavrama yönelik batı aklının öne sürdüğü fikirler yayılmış, yerleşmiş ve diğer herkesi de bunu kabule zorlar hâle gelmiştir. Onların görüşü üzerinden özgürlüğün hedefi, sınırları ve özellikleri belirlenmeye başlamıştır.

İlk olarak bugün kitleleri peşinden sürükleyen, zihinlerde yer edinen ve batı düşüncesinin başını çektiği bu mutlak ve ferdi özgürlük algısının nasıl ortaya çıktığını inceleyecek olursak araştırmacıların birçoğuna göre batı dünyasında ve düşüncesinde özgürlük isteğinin yaklaşık 17. asrın başlarında Avrupa’da ortaya çıktığını görürüz.

O dönemde, tahrif edilen, insanlığa adalet ve huzur taşıyan kimliğini kaybeden, aslından uzaklaştırılan Hıristiyanlığa, kiliseye ve dini, insanlara baskı kurmak, yönlendirmek için kullanan ve ondan menfaat elde eden din adamlarına karşı devrim niteliğinde bir ayaklanma ortaya çıktı. Bu ayaklanma dini, ilke ve kurallarını eleştirmeyi; bu baskı ve zulüm otoritesinden kurtulmayı amaçlıyordu. Buna sosyal, ekonomik, fikrî ve dinî alanlarda yaşanan büyük gelişim ve değişimler de eşlik etti. Din karşıtı özgürlük söylemleri ve akımları yayıldı. Diğer yandan insan hayatını kolaylaştıran ve hayatın pek çok alanına hitap eden bilimsel ve teknik gelişmelerin de etkisiyle batı dünyasında insana ve insan aklına güvenme, merkez alma düşüncesi yerleşti. Âdeta insan, aklı ve maddeyi ilahlaştıran bir sisteme dönüştü.

Batı aklı açısından hürriyet konusu, maddi ve beşerî menfaatleri esas alan ve insanın iradesini tüm bağlardan kurtarmak için insana yüklenen sorumlulukları reddeden bir algı hâline geldi. Sonuç olarak da batı fikrinde hürriyet olgusu, maddi hayata hasredilerek her türlü manevi ve dinî boyuttan soyutlandı. Bununla birlikte kişisel üstünlük düşüncesi ve benmerkezcilik ön plana çıkarıldı ve bu durum büyük ahlaki ve sosyal bozukluklar oluşturmaya başladı. Kişiyi merkeze koyan bu anlayışlar, toplumsal düzeni sağlayıcı belli kuralların olması gerektiğini de inkâr etmemekle birlikte genel olarak insana istediği şeyi yapma ve yapmama konusunda mutlak hak verilmesi gerektiğini savundu. Ortaya ferdiyetçi bir hürriyet algısı çıktı. Elbette bu algı, Müslüman toplumlar da dâhil olmak üzere devletlere, kanunlara ve kitlelerin zihinlerine de sirayet etti.

Bizler imanla yaşama mücadelesi veren kimseler olarak herhangi bir kavramı doğru okuyabilmek ve onu olması gereken konuma getirebilmek için Rabbimizin bize çizdiği rotayı izleyenleriz. Dünyamız, ahiretimiz veya kendi kimliğimizle ilgili herhangi bir kavram için şüphesiz en doğru ve adil konum, tüm bunları yaratan Rabbimizin ona biçtiği değer ve konumdur. Bu açıdan hürriyet kavramını da İslam’ın çizdiği pencereden seyrettiğimizde onun iki ana temel üzerine oturduğunu görürüz; Allah’a kulluk ve insana boyun eğmekten kurtulma. Yani hürriyetin insanın Rabbine itaat edip kulluk edeceği ve insana veya herhangi bir şeye kulluk ve kölelikten de güvende olacağı bir hâl olduğunu söyleyebiliriz.

Dinimizde hakların ve görevlerin temel kaynağı, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’dir. Diğer tüm kavramlar gibi hürriyet kavramı da Allah’ın kulları için indirdiği kurallar üzerine bina edilmiş ve sınırlandırılmıştır. Rabbimizin dininde belirlemediği, vahiyle uyumlu olmayan bir hak, hak olarak görülemez ve ona itibar da edilmez. Allah’ın vermediği bir hakkı kimsenin hak olarak göremeyeceği gibi O’nun verdiği bir hakkı da kimse yok sayamaz.

İslam’da hürriyetin hedefi ise tam bir şekilde Allah’a kulluğu gerçekleştirmektir. Aslen bu insanın yaratılış maksadı ve İslam’ın özüdür. Hürriyet de bunu sağlayan temel taşlardandır ve bu ana gayeye ters düşmeyen eylemler o hürriyetin sınırları dâhilindedir. Bundan dolayıdır ki İslam, bu ana gaye ile çeliştiği, kendisinin veya başkasının imanına, Rabbiyle bağına veya hayatına zarar verdiği noktada kişinin hürriyetini durdurur. Aslen bu durum genel kabul olarak görülen “Kişinin hürriyeti, başkasının hürriyetinin başladığı yerde biter.” ilkesini anımsatmakla birlikte çok daha derin ve anlamlıdır.

İslam’ın hürriyeti çerçevelendiren sınırları; insan üzerinde baskı kurmak, ona eziyet vermek için değil aksine insanın maslahatı, dünya ve ahiret saadeti, bireysel ve toplumsal düzenin korunması içindir. Kendi iyiliği için onu dünyada Rabbini tanıyan bir kul kılmak, onu yükselterek mükerremliğine yakışan yüce insanlık seviyesine ulaştırmaktır. Bu sınırlandırmaları insan iradesine ve özgürlük hakkına müdahale olarak gören zihniyet ise tüm bunların ardındaki hikmeti ve insanı insandan daha iyi düşünen, bilen ve koruyan kalkanı takdir edememiştir. Batı zihniyetinin dayattığı özgürlük algısının insanı âdeta kendisinin, nefsinin ve menfaatlerinin kölesi hâline getirdiğini de idrak edememiştir. Hâlbuki insanın davranışlarında ve ahlakında kulluk hedefinin kökleşmesi; onu insana, şehvet ve arzulara, geçici menfaatlere ve hırslara esir düşmek gibi her türlü kölelik ve esaretten özgür kılar. Çünkü İslam’da hürriyet yalnızca maddi bir olgudan ibaret değildir. Tıpkı kulluğun da kapsadığı gibi kişinin hayatının tamamını, bedenî, kalbî, fikrî varlığının tümünü kapsar. İnsanın fiilleriyle beraber aklı ve kalbinin de kölelik ve boyun eğişin her çeşidinden güvende olmasını gerektirir. Elbette ki tüm bunlar Rabbini tanıyan, O’na iman eden ve ahirette verdiği her kararın karşılığını bulacağını bilenler içindir.[1]

Biliyor ve iman ediyoruz ki insanı zamanın getirdiği ‘özgürlük’ maskesi altındaki modern köleliklerden ve o ‘özgürlük’ ile dünyasını, ahiretini hatta kimi zaman insanlığını bile yitireceği bir seviyeye düşmekten koruyacak şey; Rabbine olan kulluğudur. Velev ki sınırsızca yaşayan insanlığın gözünde özgürlüğünü yitirmiş garip kimseler olalım; biz, kalbimiz Rabbimize bağlandığı kadar özgürüz.

 

[1] Dr. Sultan bin Abdurrahman El-Umeyri’ nin فضاءات الحرية adlı eserinden faydalanılmıştır.

0 Yorum

Bu içerik ile ilişkili bir yorum bulunmamaktadır.
Yorum Yap