Meryem Suresi Dersleri
Salih Eğridere Hoca ile Sosyal Doku Vakfı’nda yapılan çeşitli sure okumalarında, bu dönem Meryem Suresi okundu. Salih Hoca’nın çeşitli tefsirlerden derlemiş olduğu notlarını anlatması şeklinde gerçekleşen ilgili dersler 21 hafta sürdü. Derse katılan kişilerden alınan geri dönüşlerle birlikte şekillenen ve derslerden edinilen bazı çıkarımlar, özet bir şekilde başlıklar halinde bu yazıda aktarılacak.
Akîden Kur’an’a Göre Şekillensin:
Rabbimizin bize anlattığı her şey bizim akidemizdir; akidemiz ise yaşamımızı şekillendirir. Rabbimizin Kur’an’ında bahsettiği her olay bizleri de içine alır. Rabbimiz, bu olayları kitabında bizler için zikretmiştir; bunlarda hayatımıza etki edecek hikmetler vardır. İşte bu bizim Kur’an’ımıza olan imanımızdır. Eğer bu şekilde iman etmezsek, o halde okuduğumuz hiçbir ayetten en yüksek faydayı elde edemeyiz.
Mesela, Allah Azze ve Celle Zekeriya aleyhisselama, yaşlandığından dolayı güçsüz olmasına, saçlarının ağarmasına ve hanımının da kısır olmasına rağmen evlat olarak Yahya aleyhisselamı müjdelemiştir. Bu olayı roman okur gibi okuyan birisinin aklına sadece günümüz şartlarında bunun çok gelişmiş(!) tıbbımıza göre imkânsız bir olay olduğu gelir. Şüphesiz ki bu çok kısır bir düşüncedir. Zira bu olay Zekeriya aleyhisselamın zamanındaki “gelişmemiş tıbba” göre de imkânsızdı ancak Zekeriya Rabbini hakkıyla tanıdı ve onun kudretini hakkıyla bildi. Hal böyle olunca, ondan asla yüz çevirmemiş olan bir rabden bir çocuk daha istedi. Zira o bu duası nedeniyle asla pişman olmayacağını biliyordu.[1]
Duasının sonucunda umduğunu buldu ve imanının semeresini, istediğinden daha hayırlı bir evlatla aldı. İşte bu olaya göre şekillenmiş bir akide her ne olursa olsun asla rabbinden umudunu kesmez. Çünkü O, Zekeriya kulunun duasını asla cevapsız bırakmayan bir Allah’tır!
[1] “Ve ben, Rabbim, sana (ettiğim) dua sayesinde hiç bedbaht olmadım.” (Meryem, 4)
İhlaslı bir dua her şeydir!
Meryem Suresi okumaları sırasında heybemize doldurduğumuz azıklardan birisi de ihlaslı bir duanın ne kadar önemli olduğudur. Dua, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadisiyle sabit olduğu üzere Mü’minin silahıdır.[1] Her silah gibi bu silahın da bir kullanma şekli vardır ve bu kullanma şeklinin herkes tarafından öğrenilmesi gerekir.
Allah’ın bizlere ihsan etmiş olduğu en büyük güç olan dua silahını kullanırken bilinmesi gereken en büyük kural, duayı yaparken ihlaslı yapmak gerektiğidir. İhlas her işi mükemmelleştirdiği gibi yapılan duayı da hedefine Allah’ın izniyle ulaştırır -velev ki silahı kullanan kişi bu işte acemi olsun!
Allah Teâlâ Kur’an’ında, kendisine dua edene icabet edeceği vaadinde bulunmuştur; buna hepimiz iman ediyoruz. Ancak, kitabında birçok örnek vererek nasıl dua etmemiz gerektiğini de bize öğretmesine rağmen, ne yazık ki yine de bunu bilemeyebiliyoruz. İşin sonunda duamız kabul olmadığında da hemen ümitsizlik bataklığına düşüyoruz!
Evet, rabbimiz kesinlikle “Bana dua edin ve bende duanıza cevap vereyim.”[2] buyuruyor ancak bunun yanında bize nasıl dua edileceğini de öğretiyor. Yani dua etmeliyiz ancak dua ederken de yine Kur’an’dan gelen şu örneklere dikkat etmeliyiz:
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مُوسٰىؗ اِنَّهُ كَانَ مُخْلَصاً وَكَانَ رَسُولاً نَبِياًّ
“Bu kitapta Mûsâ’yı da okuyarak an. Gerçekten o ihlâslı biriydi, elçi-peygamberdi.”
وَنَادَيْنَاهُ مِنْ جَانِبِ الطُّورِ الْاَيْمَنِ وَقَرَّبْنَاهُ نَجِياًّ
“Ona Tûr’un sağ tarafından seslendik ve onu fısıldaşırcasına (kendimize) yaklaştırdık.”
وَوَهَبْنَا لَهُ مِنْ رَحْمَتِنَٓا اَخَاهُ هٰرُونَ نَبِياًّ
“Rahmetimizin bir sonucu olmak üzere kardeşi Hârûn’u da bir peygamber olarak onun yanına verdik.”[3]
İşte bu ayetlerde de gördüğümüz gibi kabul edilen duanın en mühim özelliği ihlaslı bir ağızdan çıkmış olmasıdır. Musa istedi Allah’da ona verdi. Buna verilecek cevap "Çünkü O bir peygamberdi." değil, "Çünkü o ihlaslı bir şekilde istedi." olmalıdır. İşte ihlasla dua eden bir kul, müşrik bile olsa duası kabul olur. Zira duasını, büyük ve merhametli bir rabbe yapmıştır.
هُوَ الَّذٖي يُسَيِّرُكُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِؕ حَتّٰٓى اِذَا كُنْتُمْ فِي الْفُلْكِۚ وَجَرَيْنَ بِهِمْ بِرٖيحٍ طَيِّبَةٍ وَفَرِحُوا بِهَا جَٓاءَتْهَا رٖيحٌ عَاصِفٌ وَجَٓاءَهُمُ الْمَوْجُ مِنْ كُلِّ مَكَانٍ وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ اُحٖيطَ بِهِمْۙ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِصٖينَ لَهُ الدّٖينَۚ لَئِنْ اَنْجَيْتَنَا مِنْ هٰذِهٖ لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرٖينَ
“Karada ve denizde yol alıp ilerlemenizi sağlayan O’dur. Gemide bulunduğunuzda, güzel bir rüzgârla gemiler onları kaydırıp götürdüğü ve bu yüzden sevinç içinde oldukları sırada onları bir fırtına yakalar, üzerlerine her taraftan dev dalgalar gelmeye başlar, kuşatıldıklarını zannederler, (işte bu durumda) “Eğer bizi bu felâketten kurtarırsan vallahi sana şükredenlerden olacağız” diye - din ve ibadeti yalnız O’na özgü kılarak- Allah’a dua ederler.”[4]
فَاِذَا رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِصٖينَ لَهُ الدّٖينَۚ فَلَمَّا نَجّٰيهُمْ اِلَى الْبَرِّ اِذَا هُمْ يُشْرِكُونَۙ
“Onlar bir gemiye bindikleri zaman (fırtına korkusuyla), kendisine içten bir inanç ve bağlılıkla Allah’a yakarırlar; fakat onları sağ salim karaya çıkardığında bakarsın ki yine Allah’a ortak koşuyorlar.”[5]
Bu sure, “Rabbinin merhametinin anılması” demektir!
Meryem Sûresi’ne kuş bakışı bir baktığımızda, surenin genelinde Rabbimizin “er-Rahmân” isminin tecellisini görüyoruz. Hem Rahman ismini zikretmesiyle hem de birçok rahmet göstergesi olan nimetini anlatmasıyla, bu surede Rabbimizin engin merhametine muttali oluyoruz.
“‘Bu, rabbinin Zekeriyyâ kuluna lutfettiği rahmetin anılmasıdır.”[1]
İşte bu ayet, rabbinden umudunu kesmeyen, bir şey isteyeceği zaman hep ondan isteyen, hiçbir kapı kalmadığında son umut olarak rabbini görmeden hep ondan isteyen, geceleri kalkıp isteyen, yatmadan önce gözyaşıyla bir defa daha rabbinin merhametine olan ihtiyacını dile getiren o kulun dayanma ayetidir. Zira o kul, örneği Zekeriyyâ (as) olan kuldur ve o dileğine umutların kesildiği anda kavuşmuştur.
O halde bu ayete iman eden bir mü’min nasıl olur da sınavdan istediği puanı alamadığı için hayata küser?
Nasıl çocuğu olmuyor diye sabretmek yerine Rabbinin haramlarını çiğner?
Nasıl rahmetli olan rabbinin onun rızkını az verdiğini düşünebilir?
Hayır, asla! Rabbimiz durumumuzu biliyor ve sesimizi duyuyor fakat rahmetinin tecelli etmesi için uygun vaktin gelmesi bekleniyor…
[1] Meryem, 2
De ki: “Hak geldi bâtıl yıkılıp gitti!”
Bu surenin bize vurguladığı bir nokta da günahkârların asla felaha ermeyeceği gerçeğidir. Onların bu dünyada az bir geçimliği olsa da gerçek hayatta yaptıklarının acısını kat kat fazlasıyla çekeceklerdir. Subhanallah! Şu kâfirler o kadar çok azmış, o kadar çok hadlerini bilmez olmuşlar ki Rablerine dahi iftira atıp O’na yalan söz isnad eder olmuşlar. Ama her şeye rağmen Allah Teâlâ rahmetini göstermekten geri durmamış ve durmuyor.
Sakın zannetme ki rabbin onları unutup gitti. Onların zaten hiçbir değer kıymetleri yok. Ancak iki şey bekleniyor. Ya dünyada iken hak gelecek ve batılın gölgesi bile ortadan kaybolacak ya da kıyamet gelecek ve hepsinin gözleri yerlerinden fırlayacak.
Hak geldiğinde batıl için hiçbir kaçar yol yoktur. Onlar kaybolmaya mahkûmdur. Zira kimse güneşi söndüremez. Birkaç saat gece oldu diye ebediyen güneşin kaybolduğunu düşünenler yalnızca ahmaklardır.
Namazı zayi etme!
‘Sonra bunların ardından artık namazı kılmayan ve nefsânî arzulara uyan bir nesil geldi.’[1]
Bu ayet bize açıkça bir uyarı niteliğinde. Zira yaşadığımız şu dünyada ne yazık ki bunu çok net şekilde izliyoruz. Allah’ın dediğini umursamayan, onu yaratan zata karşı görevi varmış yokmuş hiç önemsemeyen ve sadece nefsani arzularına tabi olan bir nesil var karşımızda.
Ancak bu neslin çok önemli bir özelliği var ki oda şu: Bu nesil kafir bir nesil değil. Aksine Müslüman ve namaz kılan bir nesil. Fakat zamanla namazı düzgün kılmamaya başlıyor. Belki sadece erteliyor, sonra unutuyor, hızlı hızlı kılıp bir kenara atıyor, zorunluluktan(!) kazaya bırakıyor ve en sonunda eline-yüzüne bulaştırıp namazı zayi ediyor. Allah’ın o örnek gösterdiği kulları gibi namaz kılma melekesini kaybediyor.
İşte bu kullar ne zaman ki namazı zayi etmeye başlıyorlar o zaman da nefsani arzularına karşı şehvetleri biraz daha artıyor. Arttıkça azgınlaşıp namazdan yani dinden uzaklaşıyorlar. Zira namaz dindir. Namazı olmayanın dinide yoktur.[2] Dinden uzaklaştıkça da azgınlıkları artıp tavan yapıyor. Aslında bu ikisi, ters orantılı olarak birbirini etkileyen şeyler. Namaz oldukça nefse tabi olma azalır, nefse tabi olma azaldıkça da namaz hep olur. Ancak nefsin arzularına tabi olursan namazın kesinlikle azalmıştır ve artık senin kendine, dinine ve namazına çeki düzen verme vaktin gelmiş demektir.
Namaz nasıl zayi edilir:
- Yok kabul edilerek.
- Namazın içine bid’atler katarak.
- Ara ara ve üşengeç kılarak.
- Olabildiğince kılmaya dikkat edip en ufak bir aksilik çıkınca kazaya bırakarak.
- İlk vaktinde ve bilerek cemaatle kılmayıp son vakte erteleyerek.
- Ta’dil-i Erkan ile (rükünlerin hakkını vererek) kılmaya riayet etmeyerek.
Kendini tanıtmak için yeterli iki kelime: “Ben Abdullah’ım (Allah’ın kuluyum)!”
Evet, ben sadece Allah’ın kuluyum; falancanın tarikatinden yahut cemaatinden değilim! Bir tek rabbime itaat eden ve onu dinleyen bir kulum. Kimsenin kölesi de değilim. Ben ipimi asıl sahibine ebediyyen teslim etmiş hür bir köleyim. Ben Abdullah’ım!
Beni tanımak için ne işle uğraştığımı, nerelerde takıldığımı, hangi kitapları okuduğumu veya arkadaşlarımın kim olduğunu bilmene asla gerek yok. Benim nasıl giyindiğimi hiç görmeden bile tahmin edersin. Ben hiç tanışılmadan tanınabilen birisiyim. Çünkü ben, Abdullah’ım.
Beni tanımak çok kolaydır; zira ben, Allah’ın yap dediğini yapar kaç dediğinden de kaçarım. İtaat et dediğine itaat eder sev dediğini severim. Ben sadece iki kelimeyim; gerisi ise teferruat!
Temiz olmak hep mümkün…
Meryem Sûresi’ne bakarken sadece Meryem aleyhesselamın iffetine bakarsak tozpembe hayallerle kendimizi avutma ve az bir öğüt alarak sûreden ayrılma oranımız çok yüksek olur. Ama Meryem aleyhisselamın doğduğu ve yaşadığı topluma dikkat edersek hiç şüphesiz kendimize daha çok pay çıkarırız.
Meryem (as), peygamber olan bir toplumda doğdu ama bu toplum öyle bir toplumdu ki o peygamberi sonrasında keserek şehit etti.
Bu toplum öyle bir toplumdu ki din adamları Allah’ın gönderdiği dini bozup kendi tekeline aldı.
Bu toplum öyle bir toplumdu ki Allah’ın yasak dediği ne varsa onu az bir paraya sattı.
İşte böyle bir toplumda Meryem (as) Allah’a adandı. Neden adandı peki? Bu toplum belki bu yavrucağın ibadetleri hürmetine Allah’ın rahmetine kavuşur da hidayet bulur diye!
Ama Meryem’i adayan anne ve baba ayrıntısı çok daha önemlidir.
Onlar bu pisliğe batmış toplumda belki de temiz kalmış tek aileydi ve bunu tek başlarına başarmışlardı; “Biz de toplumdakiler gibi olsak keşke!” demediler. Allah’a olan kulluklarından asla taviz vermeden tek başlarına bir ümmet oldular. Buradan anlıyoruz ki temiz kalmak her zaman mümkün.
O halde mızmızlanmaya gerek yok. Çünkü Allah biz mazeret göstermeyelim diye tüm örnekleri önümüze sermiş durumda. Onlar yaptı ve senden hiçbir farkları yoktu. Sen de yapabilirsin. Sadece rabbine güven ve sabret. Çünkü bu sabrın mükâfatı çok yüksektir: Peygamberlerle beraber anılmak.
اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰٓى اٰدَمَ وَنُوحاً وَاٰلَ اِبْرٰهٖيمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ عَلَى الْعَالَمٖينَۙ
Allah, birbirinden gelme nesiller olarak Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim ailesini ve İmrân ailesini seçip âlemlere (bütün yaratılmışlara) üstün kıldı.[1]
[1] Âl-i İmrân,33
0 Yorum