Bir Akım Olarak Squid Game Ya Da Squid Game Neden Tuttu?

Televizyonlarda onu görüyor, haberlerde onu seyrediyor, sosyal medyalarda onun şakaları, esprileri, capsleri, videoları gırla dolanıyor. Reklamlarda simgeleri kullanılıyor; okullarda, ofislerde, sokaklarda, meydanlarda, fabrikalarda, tarlalarda… her yerde onun sahneleri oynanıyordu. Peki, ne oluyordu? Ne oluyordu da herkes bu diziyi konuşuyor, herkes bu diziyi izliyordu? Derken, biraz araştırıp kurcalayıp da notlar almaya başlayınca hakkında konuşmayan, yazmayan, çizmeyenin kalmadığı bu dizi üzerine ben de bir şeyler yazmak istedim. Zira mesleğim icabı böylesi bir çalkantıya, böylesi bir etkileşime duyarsız veya ilgisiz kalamazdım.

Bir not baremi olarak şu bilgiyi de şuracığa müsaadenizle iliştireyim: Bu yazımda diziyi bir yapım olmaklığından ziyade, bir akım olarak ele almaya gayret edeceğim. Aslına bakarsanız bu gayret gösterisini de dizinin muhatabı olan kitle hakkında konuşmaya bahane kılacağım. Zira dizi, bunca yayılımını ve popülaritesini yapımına olduğu kadar –hatta belki yapımına olduğundan daha fazla bir şekilde- onu büyük bir iştiyakla kabul edebilecek teşne bir toplulukta “akım etkisi” yapmasına da borçlu.

Gündem Boşluğu

Gündem Boşluğu

Akımların ve bittabi bir akım etkisi de olan dizimizin nasıl oluyor da hayatımıza bu kadar kolaylıkla girdiği sorusunun cevabını en başta “gündem boşluğu” “gündem eksikliği” veya “gündem yorgunluğu” gibi kavramlarla verebiliriz. Gündemin “boşluğuna, eksikliğine, yorgunluğuna” dair, doyurucu bir açıklamayı farklı bir yazıda kaleme alma niyetindeyim. Fakat şu kadarını söylemiş olayım ki: yeterince anlam yükleyemediğimiz, yüklediğimiz anlamın da monotonluğundan ötürü duyarsızlaşıp bunaldığımız hayatımız veya günlük yaşantımız içinde bıraktığımız boşluklar sebebiyle bir şeylerden etkileneceğimiz yoksa bile etkilenmeye çok teşne bir pozisyonda durmuş oluyoruz.

Bu yönelişi anlamaya çalışırken, bütün başarısına, etkileyici yapımına rağmen dizinin dışındaki bu farklı faktörleri anmak zorundayım. Çünkü toplum aynı davranışı, nice iş ve projeye karşı da gösterdi ve göstermeye de devam edecektir. Üstelik çoğu böyle başarılı projeler bile değildi. Aksi takdirde nasıl daha iyi anlayabiliriz ki bir zamanlar çıkıp yayılmış olan “slime”, “yeşil uzaylı dansı”, “gangnam style”, “falling stars”… ve daha saymakla bitiremeyeceğim bir sürü başka akımı? Tabii ki diziyi böylesine bir basitlik derekesine indirmek istemiyorum. Fakat dünyaya yayılırken böylesi bir etkiyi de insanlar üzerinde yaptığını kimse inkâr edemez. Biz de inkâr etmeyelim.

Kapitalizmin Oyunları

Kapitalizmin Oyunları

Kapitalizm, paranın sağlıklı bir şekilde dağılacağı yerde belli birkaç insanda toplanması, yani zengin fakir arasındaki farkın haddinden fazla derinleşmesi sorununu meydana getiren bir anlayış biçimidir. Böylece zenginler aşırı zenginleşmiş, fakirleri ise aşırı fakirleşmiş olur. Bunu böylece açıklayabiliriz. Diğer akımların dışında bir akım olarak bu dizi özelinde şu durumu konuşmamızda da fayda vardır ki: Dizi, kendi içinde bir kapitalizm eleştirisi taşıyor ve insanlar bunu da evet, gayet ilgi çekici buluyor. Zira “kapitalizm eleştirisi” insanlarda genelde “tırtıklanıyoruz, sömürülüyoruz, aldatılıyoruz” gibi bir uyarıcı etki oluşturuyor. Akabinde insan bir sevkitabii, yani doğal yönelim ile teyakkuza geçiyor. Huzurunu kaçıran bu şüpheyi es geçemeyip konuyla doğal olarak yakından ilgilenmeye başlıyor. Bunun yanı sıra kapitalizmin getireceği tehlikeli sonu görünce gösterdiği büyük alâka, ekranda baktığı şeyin kendi sonuna dair bir tasvir olmasındandır biraz da… O senaryoyu merak ediyor insan. Çünkü anlatılmaya çalışılan kendisidir. İnsan distopyasını merak ediyor, görmek istiyor. Ne var ki sonuçta karşımıza çok ilginç bir tablo çıkıyor: aslında bir kapitalizm eleştirisi olan bu dizi, kapitalizmi insanların gözünde yerden yere vurmaya çalışırken öte yandan da kapitalizmin cebini dolduran harika bir malzemeye dönüşüyor. Çok ilginçtir ki Kapitalizm denen şey, kendisini yerme işini de en iyi kendisi yapıyor ve bunu bile para kazanmaya, gemisini yürütmeye yönelik çok iyi kullanıyor. Ve bunu da kapitalizmin mağdurları sayesinde yapıyor. Üstelik de onlara kendisini göstere göstere karalarken.

İnsanın Oyuna Karşı Zaafı

İnsanın Oyuna Karşı Zaafı

İnsan ve oyun... Kişinin psikolojik zeminde birçok başlığın yanı sıra tâ güvenlik ihtiyacına kadar inilebilecek bu mevzuda fazla detaya girmeden şu kadarını söylemek istiyorum: İnsan, oyuna karşı zafiyetini her yaşta koruyor ve her ne kadar yaşı ilerlese de insan beyni oyunlara karşı büyük bir ilgi duyuyor. Çünkü her oyun bir rekabet barındırıyor. Bir tür meydan okuma! İnsanın en ilkel, en yaşama odaklı güdülerinin de içinde barındığı bir itici güçle meydana geliyor bu durum. Çünkü hayatta kalabilmek için her rekabeti kazanmak, her meydan okumadan sağ çıkmak zorundadır insan. Böyle programlanmıştır. Bu sebeple kişi, karşılaştığı bir rekabetin –o farkında olmasa da- kendisinde çağrıştırdığı hayati güdülerin etkisiyle rekabete dahil olarak veya doğal gelişen bir empati haliyle rekabete taraftar olarak bir galibiyet arıyor. Bunu bir hayat memat meselesi görüyor, tabii eğiliminin bir sonucu olarak. Survivor’ı, futbolu, koşusu vs. ile hipnoz altına alınmamız gerçeğini de bu başlıkta hatırlamakta fayda var. Dizimiz, oyun faktörü gibi dikkat çekme hususunda zaten yeterli bir unsura ölüm gibi ciddi bir sonucu da ekleyerek, bir çağrışıma vs. hacet bırakmayacak kadar ciddi bir suretle karşımıza çıkıyor.

İnsanın Basit Olana İlgisi

İnsanın Basit Olana İlgisi

Dizinin ve oyununun böylesi bir dikkati nasıl olup da celp ettiğiyle alâkalı her ne kadar yüzeyselde kalmaya çalışsam da detaylarıyla yorucu gelebilecek bu psikolojik izahın dışında söylenebilecek daha başka birçok şey var aslında. Anlaşılması kolay bir basitlikte olduğu için mesela, daha çok sayıda zekâ seviyesine hitap ediyor. Veya çoğunluğun seviyesine hitap ediyor da diyebilir miyiz acaba? Tıpkı “Tik Tok” örneğinde olduğu gibi. Projeler içinde en çok tutanlar, daima beynimizin en ilkel ve dolayısıyla en güçlü kısmına hitap edenler oluyor. Muhatabının anlamak ve anlamlandırmak için pek çaba, gayret, düşünme sarf etmesini gerektirmeyen projeler… Burası size bir şeyleri hatırlattı mı?

2000 Sonrası Nesil Ve “Onlar”

2000 Sonrası Nesil Ve “Onlar”

Bütün bunların yanı sıra dizinin, özellikle 2000 sonrasında doğan oyun ve eğlence odaklı, oyunlarla büyümüş nesli hedef aldığı da dikkatlerden kaçmıyor. Ne var ki on sekiz yaş üstü bir proje olmasından ötürü bu, 2000 sonrası neslin büyük kısmı için uygun olmayan bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Müsaade edin tekrar edeyim: bu dizi, on sekiz yaş üstü için “uygun” görülen bir dizi. Fakat on sekiz yaş üstü bir proje olduğu halde, bunu yapanlar ve yayınlayanların bizzat kendileri de bunu belirttiği halde dizi on sekiz yaş altına çok rahat ulaşabiliyor ve ulaşıyor da nitekim. Daha birkaç gün önce 12-13 yaş grubundaki birkaç çocuğun bu diziyi izlediğine; sokakta, yaşları ortalaması kesinlikle dokuzdan büyük olmayan çocukların diziden alınma oyunlar oynadığına hayretler içinde şahit oldum. Bu hazin durumu maalesef ki dizinin yapımcıları da yayıncıları da gayet iyi bildikleri halde maddi –ve hatta belki bazı ideolojik- kaygıları sebebiyle –en iyimser ihtimalle- göz yumuyorlar. Bir yandan daha fazla para kazanıyorlar, öte yandan en çok sevdiği nesil ile aralarındaki mesafeyi ve iletişimi yakın, sıkı, sıcak ve taze tutuyorlar. Evet, 2000 sonrası nesil, bazı odaklar tarafından çok seviliyor…

İki Uzak Kavram Ya Da Zıtlıkların Bir Aradalığı

İki Uzak Kavram Ya Da Zıtlıkların Bir Aradalığı

“Oyun ve ölüm” gibi iki tane birbirine kozmik mesafede uzak olduğunu sandığımız kavramın yan yana gelince oluşturduğu etki de yine alâkamızı celbeden başka bir sebep. Zıtlıkların bir araya gelişi, beynimizin alışık olduğu düzeni, akışı, beklentilerimizi bozduğu için ciddi bir şekilde dikkatimizi çekebiliyor. Teorik olarak zıt olmasalar da durdukları yerler açısından, zihnimizdeki birbirlerine olan dehşetli uzaklıklarından ötürü zıt sayabileceğimiz bu iki kavramın bir aradalığı bizi kendine kilitliyor. Nitekim dizimiz de buna güzel bir örnek teşkil ediyor.

Kutuplaştırmak

Kutuplaştırmak

İki uzak kavramdan bahsetmişken ona yakın bir meseleden daha söz edelim: Kutuplaştırmak! Zıtlıkların bir aradayken meydana getirdiği uyum dikkat çekici oluyor, evet. Fakat bu zıtlıkların arasını açmak da bir hayli ilgimizi celp ediyor, hoşumuza gidiyor. Hazza odaklı bir ilkeyle yaşamını idame etmeye niyetli beynimiz, böylesi bir kolaylığa, zahmetsizliğe karşı epey alakadar oluyor.  Üstelik tam olarak burada, yukarıda farklı başlık ve isimlerle bir kısmına değindiğim, taraftarlık nev’inden olan hamasiyetimiz de artıyor. Heyecanlanıyoruz! Bir şeyde iyi-kötü, siyah-beyaz vurgusu ne kadar keskinse o kadar dikkatimizi çekiyor. Bunu hemen hemen her alanda görebiliyoruz. Çünkü bu da kolay! Birbirine ne kadar uzaksa kavramlar, ayırt etmesi o kadar kolay. Fazla düşünmeye gerek yok! Çok basit! Sürprizi yok. Ya var ya yok, ya siyah ya beyaz, ya hep ya hiç. Üçüncü bir seçeneğe hiç gerek yok! Ama ne yazık ki “ya hep ya hiç” gibi ilkel denebilecek bir mantıkla “gri” olanı görüp düşünebilme nezaketini gösteremiyoruz. Halbuki grinin alanı, siyah ve beyazın toplam alanından çok daha fazla… Fakat biz ne yapıyoruz? Griyi beyaza tutunca siyah, siyaha tutunca beyaz, demekle onları da siyah-beyaz kategorisine koyma kolaylığıyla yolumuza devam ediyoruz. Farkında değiliz ama gerçekliğe, hakikate karşı bir kat daha perdeleniyor, biraz daha körelip körleşiyoruz.

Sonuç

Sonuç

Akımlardan etkilenme sebeplerimizi yazmaya devam etsek, sonunun ne zaman geleceğini kestiremeyeceğimiz kadar madde çıkarabiliriz. Fakat başta da dediğim gibi, ben biraz daha dizi özelinde kalmaya gayret edip onu “bir akım olarak” ele aldım. Daha fazla madde de çıkabilirdi ama önemli olduğunu düşündüğüm, gözüme çarpan maddeleri ele aldım. Bir akıma katılırken ne kadar kendi irademize bağlı olup ne kadar farklı faktörlerden etkilendiğimize ve kararlarımızın manipülasyona uğradığına dair muhakemeye bir kapı aralamaya ve dolayısıyla da “özgürüz” derken, ne kadar özgür olabildiğimizi sorgulamaya yönelik bir kıvılcım oluşturmaya çalıştım. Bütün bunlara binaen bir akımın, bir trendin etkisine girerken, önünü ardını hesaplamaktan ne kadar uzak olduğumuza, yani kararımızın ne kadar “hipnoz” nev’inden bir manipülasyon içinde bulunduğuna; bu etkiyle meydana gelmiş her türlü eylem, düşünce, proje vb. durumlara karşı ne kadar sağlam olmayan bir zeminde durabileceğimize ve bunların sonuçlarını düşünmeye bir yol açmak istedim. Zira gerekçemiz ne olursa olsun, sözlerimizin ve eylemlerimizin sonuçlarından biz mesul olacağız, bizi manipüle edenler değil.  Öyleyse biraz daha özenmemiz gerekiyor.

0 Yorum

Bu içerik ile ilişkili bir yorum bulunmamaktadır.
Yorum Yap