Son Gün
Bir rüya kadar renkli ve çabuk geçti çocukluğumuz. Farkında varmadan, tadına doymadan. Bir masalı anlatırcasına… “Bir varmış bir yokmuş” gibi… Bizler de birer masal kahramanıydık belki, masal kadar kısa, masal kadar sıradan, masal kadar hükümsüz, masal kadar gerçek, masal kadar renkli… Ne büyüklerin dünyasındaki acımasızlıktan ne iktidarın dayanılmaz cazibesinden ne de zamana, mekana ve kişilere göre yüze geçirilen bin bir çeşit maskeden haberdardık.
Dünyaya bağlılığımız, bir masalda anlatılabilecek kadar nahif ve dayatmasızdı. Hayat bize aitti. Yaşamak hep elimizin altında dururdu. Kuralları hep büyüklerimiz koysa da biz onlardan daha özgürdük çünkü hiçbir kuralın hayallerimizi sınırlamaya gücü yetmezdi. Koşarak yollar yorulur, düşersek toprak ezilirdi. Bir unuturduk sadece.
Kirlenmemiştik henüz. El değmemiş topraklardaki masmavi göller gibi duru ve berraktı gözlerimiz. Sözlerimiz yarım yamalaktı belki ama heyecanlarımız coşkulu, duygularımız sahiciydi. Haz değil, mutluluğun peşindeydik hepimiz. Ağlamamız da gülmemiz de gerçek ve doyasıya idi. Cıvıltı vasfımız, oyunlar aşkımızdı. Ne yalanı ne dolanı ne talanı bilirdik.
Yıllar Uzun Günler Kısaydı
Güneş bizim için doğar güneş bizim için batardı. Kar bizim için yağar, gök bizim için gürler, şimşek bizim içi çakardı. Irmak bizim içim akar, nevruz bizim için gelirdi. Tüm mevsimler bizimdi. Günler bizim günlerimizdi. Bir güne ne çok şey sığdırırdık. Yıllar uzun günler kısaydı. Biz masal kahramanlarıyla büyür bazen Zümrüd-ü Anka kuşuna konar Kaf dağının ardındaki ab-ı hayat iksirini arar bazen açıl susam açıl tekerlemesine inanır olmadık kapılar aralardık. Bazen Kerem’in yangınına, bazen Ferhat’ın dağları delip açtığı arklara su taşırdık minicik avuçlarımızla.
Tüm insanlara yer vardı kalbimizde, bütün renkler bizimdi. Siyahı da tanırdık beyazı da… iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırabilecek yeteneklerimiz vardı büyümeden önce, çünkü fıtratımız yaratılışımız böyleydi.
Allah’ın bizi her yerde gördüğüne, her yaptığımızı bildiğine büyüklerin inanışından daha gerçekçi ve samimi olarak inanırdık. Komşunun bahçesinden gizlice kopardığımız kirazlar annemizden habersiz reçel kavanozlarından aşırdığımız anlık lezzetler, “günah” işlemiş olduğumuz fikriyle birlikte ruhumuzu yorardı. Günahtan korkar, O’na sığınırdık çocukça bir mahcubiyetle. O’ndan korkar ama O’nunla korunurduk.
Her An Düdük Çalabilir ve Oyun Bitebilir
Bir de baktık ki büyümüşüz, büyürken de her kavşakta bir yanımızı yitirmiş, bencilliğimiz ve hırslarımızın tazyikiyle korkularımız çoğalırken, korunaksız kalmışız.
Şimdi siyah-beyaz film şeritlerinden akan flu görüntüler gibi çocukluğumuz. Tüm renkleri kaybetmiş, kahramanlarımızı yenilgilerimize kurban vermişiz.
Kayıp düşen yıldızlar gibi, kayıp gidiyor elimizden yıllar. Ya hatırlarımızın dehlizlerine saklanıyor parıltılar ya hafızlarımızın labirentlerinde kayboluyor külleri.
Çok çabuk tüketiyoruz aşkı, hayatı ve zamanı. Geriye her yanımıza bulaşmış, yapış yapış bir tortu kalıyor, kokusuz ve renksiz. Hatırlarımızla ve pişmanlıklarımızla geçmişe, umutlarımızla ve hayallerimizle geleceğe bağlanıyor kollarımız. Bedenimiz ise yaşadığımız zamanın tam ortasında hazların ve korkuların anaforuyla bir med-cezir oyununda.
0 Yorum