Neden?

Nureddin Yıldız hocamız bu sohbetinde, kısacık ömrümüz boyunca sımsıkı, her şeyden emin bağlandığımız şeylerin ne anlama geldiğini anlatıyor. Başımıza gelen afetler ve hastalıklara hangi gözle bakmamız gerektiğinden söz ederken, hemen çıkarılması gereken dersleri de sıralıyor. Hem yaşayışımızı sağlamlaştıran hem de psikolojimizi onaran reçeteleri açıklıyor.

05.04.2020 tarihli 391. Hayat Rehberi dersidir.

Âmin.

Âmin.

Mümin kardeşlerim,

Rabbimizin dünyasında, onun kulları olarak yaşıyoruz. Sıkıntılarımız, hani denir ya, boyumuzu aşacak kadar çoğalmıştır. Dertliyiz, kederliyiz. Allah kalplerimize sekinet, gözlerimize basiret, bedenlerimize sıhhat ihsan eylesin. Âmin.

Tapu?

Tapu?

Şu gördüğümüz kâğıt, hepimizin bildiği tapu senedidir. Bu kâğıtta ne yazıyorsa o, o kişinin kabul edilir. Böyle bir teamül insanlığın eskilerinden beri vardır. Tapu senedi belge anlamına gelir ve üzerinde ne yazıyorsa kişiye ait olduğunun belgesidir. Şimdi size gösterdiğim bu tapu senedini boş olarak internetten aldım, üzerinde herhangi bir bina veya arsanın adresi yazmıyor. Fakat ben kalemi elime alarak adımı-soyadımı, kimlik numaramı ve sonra da İstanbul’da, Sultanahmet’teki Topkapı Sarayı’nın arazisinin bu tapu senedini elinde bulundurana ait olduğunu yazacağım.

Buyurun tapu!                                                                                  

Beş yüz küsur sene önce inşa edilmiş ve Sultan Mehmed’in arazisi olduğu belli bir yerde saray var, ben bir tapu kâğıdına adımı, soyadımı ve gayrimenkul olarak da o sarayın ismini yazıyorum. Sarayın benim olduğuna kim inanır? Yüz tane bile belge doldursam sadece kendimi gülünç duruma düşürmüş olmaz mıyım?

Bu örneği anladıysak Allah, biz ve dünya hayatı denen şeyi de kolaylıkla anlayabiliriz demektir. Biz bu dünyada, nefeslerimiz bile bize ait değilken dünyanın tamamına hükmetme iddialı çıkışlar, kabadayılıklar, görkemli laf parçalamaları nasıl yapabiliriz? Allah’ın mülkünde, Allah’ın kullarıyız. Hayat onun ve hayatın içindeki her şey de onundur.

Yanlış Anladık!

Yanlış Anladık!

Her şeyi yanlış anladık. Üç asırdan beri insana hastalık olarak bulaşan ve insanı tanrılaştırma illeti olan hümanizm bize de sirayet etti. Fani dünyada ebedî kalacağımızı zannediyoruz.

Bir gün Harun-ı Reşid’in huzuruna çıkan Behlül Dana, Asya’nın bu en büyük hükümdarına kim olduğunu sormuş. Harun-ı Reşid, “müminlerin halifesi ve bu sarayın sahibiyim” cevabını verince ona bu sarayı nereden bulduğunu sormuş. Harun-ı Reşid, kendisinden önceki hükümdardan kaldığını söyleyince de şöyle bir karşılık vermiş: “Madem o birinin oluyordu, sana nasıl kaldı? Sen başkasına bırakacağın şeye ‘benim’ niye diyorsun?”

İşte hayat budur. Toprağın üstünde yürümek, tutunduğun dalın güçlü olması ama Allah’ın mülkünde ve onun kulu olduğunu hiç unutmamak gerekir.

Kalelere sığınmış olsanız bile…

Kalelere sığınmış olsanız bile…

Üst üste dinlediği facia haberleriyle bunalan, evine kapandığı için stres üstüne stres yaşayan, ne olup bittiğine ve bütün yaşananların nedenine akıl erdiremeyen mümin kardeşlerim,

Allah ve Peygamberi, bize kesinlikle yanlış bilgi vermemiştir. Dedikleri kesinlikle doğru çıkmıştır. “Kalelere sığınmış olsanız bile, Allah yazdığında, ölüm gelip sizi bulacaktır” buyrulmuştu, aynen böyle olmaktadır. Batılılar dünyaya tapındıkları ve batık hayatlar yaşadıklarından bizi de hastalıklarına duçar etmişler, biz de yanlış düşünme furyasına kapılmış ve dünyayı ebedî sürecek zannetmişizdir.

Bugün bütün dünya acı içerisindedir. Fakat biz bütün dünyayı konuşmuyoruz; kelime-i tevhidi söyleyen ve ahirete iman eden, nefeslerinin sayılı olduğunu kabul eden, son sözü her zaman Allah’ın söyleyeceğini bilen, Allah dilerse bir ton çekecek fili bir miligram bile gelmeyecek mikropla yere serebileceğini hazmetmiş olanlara konuşuyoruz.

Neden?

Neden?

Kelime-i tevhidi söylemenin bize ne yapması gerekirdi? Kur’an niye okunuyor? Niçin morallerimiz çökebiliyor? Hasta olmadığımız, bela bizi bulmadığı hâlde hastanelerde inleyenler gibi biz niye moralsiz kalıyoruz?

Bu ‘neden’ sorusunun cevabını bulmalıyız.

Rabbimizden niyazımız odur ki bulutlanan gözlerimize basiret, kilitlenen kalplerimize açılma nasip etsin. Müminler olarak kardeşçe yaşama zevkimizi bize iade etsin. Âmin.

Herkes Gidecek!

Herkes Gidecek!

Şu dünya, herkesin geldiği gibi gideceği bir dünyadır. Dünyada güneşin olduğu ne kadar tartışılmaz doğruysa bu gerçeğin ebedî olmadığı da o kadar doğrudur çünkü bir gün yok olacaktır. Güneşin var olduğundan çok daha gerçekçi bir söz ise şudur: “Her şey bitecek, sadece Allah kalacaktır.” (Rahman suresi, 27. ayet)

Bu bilinmediğinde, ölüm kendisine gelmeden ölecek kadar moralsiz kalmaya mahkûmdur insan. Dünyanın en büyük gerçeği budur: Allah’tan başkası ebedî değildir, gidicidir. Fakir de zengin de doktor da gidecektir; nereye gidecekleri ise mümin ile kâfir arasındaki farktır.

İmtihan Kaderimizdir!

İmtihan Kaderimizdir!

Allah, bu dünyada yaşayan kullarını muhakkak imtihan edecektir. Çünkü dünya çok bunalıp yazlığa geldiğimiz bir yer değildir. Dünyaya geliş sebebimiz, cenneti kazanabilecek işler yapmaktan ibarettir. İmtihan edilmek insanoğlunun kaderidir, imtihandan kaçabilmenin tek yolu doğmamaktır. Anasından doğan birinin hiç kaçacak yeri yok, mutlaka ağlamak kaderinde vardır. Belaların peşinde koşacak akılsızlık gösterilmeden, Allah’tan rahmetini ve ihsanını isteyerek yaşamak ama belaların geleceğinin de dünyanın değişmez kaderi olduğunu bilmek gerekir.

O’ bile çileler içinde…

O’ bile çileler içinde…

Hangimiz kâinatın efendisi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden daha güzel bir dille Allah’tan rahmetini istemiş olabiliriz? Hangi insan cennetin duvarında, o yaratılmadan binlerce sene önce adı yazacak kadar talihlidir? Bu dünyaya bir anneden doğup gelen herkes gibi o da sınanmış, eziyet ve işkence çekmiş hem nasıl çekmiştir. İnsanın sınanması bazen bol nimet verilerek olur; aile, mülk, tarla, ev, para, makam… Bazen psikolojik sorunlar ve endişelerle sınanır. Diktiği fideler meyve vermez. Herkes illa sınanacaktır. Bundan bir kişi muaf olsaydı dünya ve ahiretin efendisi olan Peygamberimiz aleyhisselam olurdu o. O da çileler içinde yaşayıp o çilelerle öldü. Kim onun saçında bir tel kadar kıymetli olabilir ki Allah’tan daha fazlasını bekleyebilsin?

Burası Dünya…

Burası Dünya…

Yanıldığımız nokta şudur: Burası dünyadır, cennet değil. Cennet yaptığını zanneden, kendini kandırmaktadır. O evdeki dünkü mutluluk, işyerindeki coşku, sokaktaki neşe, oturduğun koltuğun forsu gittiğinde öyle bir üzülürsün ki birkaç sene boyunca sürdüğün keyif keşke olmasaydı diye düşünür, bugünkü sıkıntının ona değmeyeceğini kendi kendine söylersin. Rahat eden, bu dünyanın gerçeğini tanıyandır.

Ashab-ı kiram dünyayı böyle tanıdıkları için acı, sıkıntı, ölüm onları yıkmadı. Dertler üst üste geldiğinde antidepresan hapını çare olarak görmeyen bir hayat anlayışları vardı çünkü “innâlillâhi ve innâileyhirâciûn” diyor, Allah’tan geldiklerini ve ona gitmekte olduklarını biliyorlardı. Bu sözü onlar söylediklerinde rahatlığı buluyorlardı, bizse cenaze gördüğümüz zaman ölüye rahmet olması için aynı cümleyi söylüyoruz. Hâlbuki kendimiz içindir; ölüm bizi yıkmasın, hastalık çökertmesin, algı oluşturulup zihnimiz perişan olmasın diyedir: Allah’ın onu hiç yoktan var ettiği, dilediğinde de dilediği gibi geri alacağını düşünür ve insan olarak da üzerine düşenleri yaptıktan sonra artık dertlenmez.

Müslüman Tedbirli İnsandır!

Müslüman Tedbirli İnsandır!

Belalara karşı bütün insanlardan daha fazla tedbir almakla yükümlü olan, Müslümanlardır. Bir virüs endişesi varsa ilk önce Müslüman o dertle ilgili önlemi alacaktır. Çünkü o bilir ki virüs denen şeyi de yaratan Allah’tır, kulu ile virüsü karşılaştıracak olan da Allah’tır, tedbir almasını isteyen de Allah’tır ve ben de Allah’a itaat etme sözü vermiş olan kulum. Böylece mümin, üzerine düşeni yapar. Mümine bir daha ilaveten “tedbirli olması ve virüsün ona bulaşmamasını” söylemeye hacet yoktur. Mümin zaten hazırlanmıştır.

Mümine bir sağlık kuralı öğretildiğinde itaat eder. Doktorun sözünü müftünün sözü gibi dinler.

Azap değilse rahmet mi bu?

Azap değilse rahmet mi bu?

Virüs belasının kâfirlere Allah’ın azabı olduğunu söyleyenler var, virüsün Allah’ın azabı olduğu sözünün yanlışlığını savunanlar var. Azap değilse rahmet mi bu? Allah’ın nesidir bu; şimdi bunu konuşma zamanında değiliz esasen ancak azap olduğundan şüphe etmemek lazımdır. Müslim’de geçen hadis-i şerifinde Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Aişe anamıza, “Allah vebaları eski milletlere azap olarak gönderiyordu” buyurmaktadır. Dünya onundur, virüsü de okyanusu da o yaratmaktadır.

Allah’ın azabı olan bu virüs hadisesinin içinde rahmetin de gizli olduğunu bilmeliyiz. İnsanlık bir kere daha ikaz edilmiştir. Rabbimizden niyaz ederek demeliyiz ki başımıza gelmiş bu belanın akıbetinde de insanlık elini şakağına koyup “Biz ne yaptık yahu, Allah’ın hilkatiyle oynadık, tabiatı bozduk” deyiversin. Umuttur bu. Bazı şamarlar nasihatten daha etkilidir. Böylece azap, rahmet getirmiş olur.

3 Samimiyet!

3 Samimiyet!

Lâkin oturduğumuz yerden ahkâm keserek birileri için azap, başka birileri için rahmet olduğunu söylersek yanlış işe karışır, haddimizi de aşarız. Allah muhafaza buyursun.

Duamız samimi olacak, tedbirimizi samimi alacağız, samimi tevekkül edeceğiz. Afetten kurtulur, sağ kalırsak gayretlerimiz sevaba dönüşür ama Rabbimizin yazdığı kaderde belaya tutulmak varsa ki ona sığınırız bundan, huzuruna sevaplarla çıkacağız demektir.

Corona'dan Sonra Neyi Bekliyoruz?

Corona'dan Sonra Neyi Bekliyoruz?

İman eden bütün kardeşlerim, başımıza gelen bu virüs afetinden sonra beklediklerimiz;

-Günahlarımızın mağfireti

-Ahirette derecemizin yükselmesi

-Allah’ın huzurundaki yanlışlarımızı düşünüp tövbe kapısını aralaması

-Çile çekmek ve mahrumiyetin ne olduğunun anlaşılmasıdır.

Üzerimize sayısız nimetiyle rahmet yağdıran ve bizi sağlıkla yaşatan Rabbimize nankörlük etmemeli, şeriatını hor görmek yanlışına düşülmemeliydi. Avrupalılar memnun olacak diye kadın ile erkeğin fıtratıyla oynanmamalıydı ki yenmeyecek hayvanlardan kebap yapanlara söyleyecek sözümüz olabilsin. İdrakimiz canlanmalı ve tövbeye yönelmeliyiz fakat hangi tövbe? Kur’an-ı Kerim’in buyurduğu topluca yönelişle; siyasetçiden işçiye, kadından erkeğe, hocadan vatandaşa, âlimden cahile kadar bütün toplum tövbe kapısına koşmalıdır. Günahkârların tövbe etmesinden söz edince de hemen meyhane tarafına dönmenin anlamı yoktur; herkesin omzunda ağırlık eden hataları mutlaka vardır. Namaz kılmayanların namazsızlık hatası, ebeveynini üzenlerin onlara karşı hatası, eşine zulmedenin zulüm hatası… Herkes tövbesini etmelidir.

Bir Diğer virüs çeşidi

Bir Diğer virüs çeşidi

-İnsanlık hücrelerimize yeniden sahip olmak zorundayız. Bir bakkaldaki bütün makarnaları ele geçirmeye çalışmak da bir virüs çeşididir. Ölmeyecekmiş gibi dünyaya tutulmak hastalıktır. Uyanmak ve basiret sahibi olmak Allah Teâlâ’nın önümüze çıkardığı dönüş kapılarındandır. Rabbimize karşı işlediğimiz suçlar için tövbeye yöneleceğimiz gibi insanlığımızdaki defoları da telafi etmeliyiz. Eşler arasında, evlatlara karşı sıkıntılar için de insanlığa dönüş kampanyalarımızı başlatmalıyız. Çünkü sadece dindarlığımız erimiş değildir; insanlığımız da ağırlık kaybetmiştir. Yaşadığımız afet, bu kayıpları telafi için harika bir fırsata dönüşebilir. Eksikliği sıradan bir market manzarasında görebileceğimiz gibi başkasının ölüsünü küçümseyerek davranan ama kendisine dokunan hastalık için dünyanın altını üstüne getirmek isteyen tavırlarda da görebiliriz.

Kibirlendiler!

Kibirlendiler!

-Kur’an-ı Kerim’de okuduğumuz Firavun hadisesine hayretle yaklaşırız. Firavun, Nemrut ve Karun kibirleriyle Allah’a isyan etmişlerdir. Bugün de Avrupa medeniyeti, Allah’a kibirlenerek isyan etmiş ama bir virüs karşısında çöküp kalmıştır. Buradan alacağımız ders önemlidir ve kalıcıdır. Günümüzden on sene sonra her şeyi unutarak yine kibirlenen, kendi icatlarının her şeyin üstesinden geleceğini iddia eden zihniyeti yine göreceğiz. Yine Müslüman nesiller onları hayranlıkla izleyip gözlerinde büyütürlerse tekrar hüsrana uğrayacak, yazık edeceklerdir kendilerine.

Kitlesel olarak Batı medeniyeti, aynı Firavun ve Karun gibi, Allah’a kibirlenmiş ve kendini bir şey zannetmişken çöküşlerini görmek de kendi gözlerinin kaderinde yazılmış ve bugün buna şahit olmuşlardır. Biz de şahit olduk.

Fil suresindeki hadise bizden yüzlerce sene önce yaşanmış bir şeydi de onu anlamamıştık diyelim, gözümüzün önündeki bu batırılışı da mı göremeyeceğiz?

Medyayı Kapat!

Medyayı Kapat!

- Çok haber dinlememelidir. Bir insana kırk kere deli deyince deli olur mu bilmiyorum ama çocuğa kırk kere “sen hayvansın, amcanın oğlu senden daha iyi” diye diye onu hayvana dönüştürenleri gözümüzle görüyoruz. Haberlerde de sabah yediden akşam yediye kadar kırk kere “durum kötü, filanca gitti gidecek, hastanelerde yer yok, mezarlıklar dolu” vs. türünden şeyler dinlerse insanda huzur diye bir şey kalmaz. Üstelik söylenip duranlar aynı şeylerdir.

İdeal olan bir vakitte ve uygun miktarda, bilgilenmeye yetecek sınırlılıkta dinlemeli ve bırakmalıdır. Gerilimi artıran, boş yere gerginleşmeyi tetikleyen tekrarlar şeytanın işine gelir. Devletin resmî açıklamalarını dikkate almak lazımdır. Çünkü haberleri bize sunan medya mensupları, ellerindeki malzemeyi ne kadar abartırlarsa o kadar fazla puan toplayacaklarını düşünmektedirler. Onun mesleği bu olabilir ama ben dinlemek/izlemek zorunda değilim.

Kendini bu konuda yılmaz ve dökülmez zanneden kardeşlerim aldanmamalı, sonuna kadar dayanabilecek bir beyin yaratılmadığını hatırlamalıdır. Peygamber aleyhissalatu vesselam dahi onca azametli kimliğine rağmen etrafından etkilenmiştir.

Bir başka ilaç…

Bir başka ilaç…

Bu dönemler namaz dönemleridir. Bunaldıkça, stres arttıkça, daralınca, ödeme problemi çıkınca… Daima namaz. Fakat Allah’ı denemek için değil, rahatlamak için. Namaz böyle bir ilaçtır.

İstiğfar etmelidir. “Estağfirullah” cümlesine dil alışmalıdır. “İstiğfar edin çünkü Allah çok mağfiret ediyor.” (Nuh suresi, 10. ayet) Biz kendimize göre belki istiğfar edilme boyutunu çoktan aşmış, geri dönülmez düzeye gelmişizdir ama Allah çok mağfiret edendir. Gaffâr (çok merhamet eden) olan Allah’a karşı her an istiğfar etmelidir.

Sözle bunu yapıp fiilen de sözümüzü desteklemeli, ilk iş olarak mesela sigarayı bırakmalıyız. Ağzı alıştırdığımız kötü sözleri bırakmalıyız. Hanımımızı bağışlamalıyız, kocamıza hakkımızı helal etmeliyiz. Mini gibi görünse de adımlar atarak pratik sonuçlar üretmeliyiz.

Sen onların içerisindeyken…

Sen onların içerisindeyken…

Kur’an-ı Kerim diyor ki: “Ey peygamber, sen içlerinde olduğun sürece Allah onlara azap etmeyecektir.”

O şu anda toprakta. Ama salâvat getirdiğimizde içimizdedir. Davul, gitar çalarak başımızdaki virüs belasını kovamayız. Lâkin her gün belli miktarda salâvat getirerek şeytanı da virüsü de kovabilir, milyar virüs ortasındayken dahi dipdiri bir bağışıklık sistemini kendimiz için kurabiliriz. “Allâhümmesallialâ Muhammedin ve âlâ âli Muhammed” demenin en gerekli olduğu günleri yaşıyoruz.

“Sen içlerinde olduğun sürece” diyerek teminat veren Allah’ın ipine sarılmak isteyenler hemen bu fırsata koşmalıdır. Bilhassa henüz günahlarla tanışmamış çocuklarımıza söylettirmeli, ailece bunu alışkanlık edinmeliyiz.

Sadaka Zamanı

Sadaka Zamanı

Sadaka, kötü ölümlerden koruyan bir silahtır. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem böyle buyuruyor. Ama hangi sadaka? Yürekten çıkıp karşı tarafın işine yarayan sadaka elbette. Karşı taraf ayakkabısızsa ayakkabı alarak, babası hasta olduğundan moralsizlik sebebiyle çökmüşse ona kendini yanında hissettirerek; herkesin ihtiyacı birbirinden farklıysa sadaka da birbirinden farklıdır. Hiç kimse sadakayı tek çizgi üzerinden (mesela para vermek) anlamaya daraltmamalıdır. Paranın işe yaramadığı sadaka zamanları vardır.

Her dara düşmüşün muhtaç olduğu sesler vardır. Bir kasa dolusu para gönderseniz mutluluğu yaşayamayacağı anlar vardır insanın. İhtiyaç ve mutluluk ne içinse sadaka da her zaman odur.

İbadet Zamanı

İbadet Zamanı

Kur’an okumak da bir başka manevî doping ihtiyacımızdır. Eskiden bir sayfa okuyorduysak artık on sayfaya, bir cüz okuma alışkanlığımız vardıysa on cüze çıkarmalıyız. Kur’an’la dolmalıyız. Günde bir cüz Kur’an okumayı severek yapan insanın moralini bu dünyada hiçbir şey çökertemez.

Ne kadar dua edersek Allah’ı o kadar yanımızda hissedeceğiz. Öyleyse ona ne kadar muhtaç isek o kadar dua edelim. Başkasının dualarına ‘âmin’ diyelim elbette ama kendimiz de namazlardan sonra seccade başında, Arapça şart olmadan, içimizden geçen duaları edelim. Kendimiz, akrabalarımız, kardeşlerimiz ve bütün müminler için.

2 Yorum

  • Ayse dolgun

    Kalbim umutla doldu ve kendime yüzlerce soru sordum... değişmek için zaman varsa kurtuluş içinde zaman var demektir... allah affetsin

    Cevapla
  • Ahmet Demir

    Allah razı olsun hocam sizden insanın yüreğine dokunuyorsunuz, selam ve dua ile ELHAMDÜLİLLAH

    Cevapla
Yorum Yap