ORYANTALİSTLER ARAPÇA İLE NEDEN İLGİLENİYORLAR?

Oryantalizm, 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren çeşitli Doğu kültürlerinin ve geleneklerinin incelenmesinde uzmanlaşmayı ifade eden Batı’daki bilimsel disiplindir. “Doğu araştırmalarında uzmanlaşmış batılı kişi” manasında oryantalist, Arapçada istişrak kelimesiyle karşılanmış, oryantalist için müsteşrik kelimesi kullanılmıştır. Doğu toplumlarının dilleri, dinleri, kültürleri, tarihleri ve coğrafyaları hakkında bilgi edinmeyi adlandırmak için kullanılan oryantalizmi, Hıristiyan misyonerliği ve sömürgecilikle iş birliği içerisinde değerlendiren görüşler de bulunmaktadır.

“18. yüzyıl sonlarını kabaca belirlenmiş bir başlangıç noktası kabul edersek oryantalizm, Şark/Doğu ile uğraşan toplu müessesedir; yani Şark hakkında hükümlerde bulunur, Şark’ı tasvir eder, iskân eder, yönetir; kısacası Doğu’ya hâkim olmak, onu yeniden kurmak ve onun âmiri olmak için Batı’nın bulduğu bir yoldur.” der Edward Said.

İslam fetihleri sayesinde Müslümanlarla tanışan batılıların ilk başlarda olumsuz bir tavrı görülmemektedir. Hatta bazı coğrafyalarda, kendi zalim idarelerindense Müslümanlar tarafından yönetilmeyi tercih edenler olmuştur. Fakat sonraki dönemlerde bu eğilimin bilinçli olarak değiştirildiği dikkati çekmektedir. Müslümanlarla ve Doğu ile mücadele kendini farklı alanlarda göstermiştir. Askerî ve kültürel mücadele yöntemi başlıca iki alan olarak her zaman gündemlerinde olmuş, bunun için büyük çabalar sarf edilmiş, devlet bütçesinden yüklü destekler sağlanmıştır. Askerî mücadelede yeteri kadar başarılı olamayan batı, kültürel mücadeleye daha çok önem vermiştir. Bunların başında ise öncelikle Arapça öğrenimi gelmektedir zira düşmanın silahı ile silahlanmak adına dil öğrenimi zaruri görülmüştür.

Eski Ahid’in (Tevrat) İbranice olması ve Hıristiyan metinlerinin Sami dilinde olması, onların daha iyi anlaşılmasını sağlayacağı için onların gözünde Arapçaya ayrı bir değer atfetmekteydi. Oryantalistlerden sömürgeci merkezlerle ilişki kuranlar yöre halkı ile konuşabilmek, âdet ve geleneklerini öğrenmek, hedeflerini belirlemek ve emperyalist maslahatlar ışığında yeniden bölgeyi şekillendirmek için Arapçaya ihtiyaç duymaktadırlar. Ülkeleri için açıkça askerî ihtiraslar taşımayıp kültürel amaç gözetenler de misyonerlik hedefleri doğrultusunda Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif, Siret-i Nebi ve İslam Tarihi hakkında araştırma yapmak; ardından İslam toplumunun psikolojik ve toplumsal durumunu etüt edip onun yerine en uygun kültürü yerleştirme yollarını araştırmak için Arapça öğrenimine ihtiyaç duymuşlardır.

Fransa’nın ilk İstanbul elçisi Jean de la Forest ile birlikte İstanbul’a gelen Postel Rumca, Türkçe, Arapça, Kıptîce ve Ermenice öğrenir. Başlıca projesi; Yakındoğu’yu Hıristiyan yapmak için kutsal kitabın Arapça ve Süryanice tercümelerini hazırlamaktı. Fakat düşmanını tanıyabilmek için onu kendi dilinde okumak ve kendi ülkesinde tanımak gerektiğine inanıyordu. 1586-1610 arasında kurulan matbaada Arapça eserler basılmıştı. Ardından bu uzmanlar grubunun gramer kitapları, sözlükler ve temel metinlerden oluşan çalışma araçları hazırlanmaya başlandı. Hollanda, Doğu çalışmalarında öncü bir konuma geldi. Toplanan uzmanlar grubunun temel görevleri; Arapça ve İslam kültürünün öteki dillerini öğrenmek, öğretmek, bu dillerde yazılı eserleri anlamak için araçlar sağlamaktı.

İbn Hişâm’ın Siyer’i, tabakat kitapları ve coğrafya ansiklopedileri, İbnü’l-Esîr’in el-Kâmil fi’t-Târîḫ’i ve Arapça tarih kaynakları her biri farklı batılı dillerde olmak üzere (İngilizce, Almanca, Fransızca) yayımlandı. Yayımların bazısı farklı ülkelerden oryantalistlerin kolektif üretimiydi. Bunun en meşhur örneği, bir hadisin bilinen bir kelimesinden hareketle hadisi ve geçtiği yeri/kaynağı tespit amacıyla 1916 yılında Wensinck başkanlığında on beşi aşkın akademiyle enstitünün ilmî ve malî desteği, beşi Müslüman, diğerleri şarkiyatçı altmış dört kişinin katkısıyla oluşan 8 ciltlik Concordance / Mu’cemu’l-Müfehres’tir. Bugün bile Müslümanların hâlâ kullandığı bu kaynağın oryantalistler tarafından yazılmış olması Arapça ’ya ve İslamî ilimlere ne kadar ilgi (!) duyduklarını göstermektedir. 

Oryantalistlerin bu hummalı çalışmaları eleştirileri de beraberinde getirmiştir. Çalışmalara yöneltilen eleştirilerde ortak nokta; bu çalışmalardaki İslam, Müslüman toplumlar, Doğu ve Doğulular hakkındaki bilgilerin saptırılmış, eksik ve yanlış oluşu; oryantalistlerin yetişme şartlarının yetersizliği ve kullandıkları yöntemlerin kusurlu oluşudur. Üstelik bu yanlışlıklar, oryantalizmin en önde gelen temsilcilerinin ve kurucu isimlerinin çalışmalarında ortaya çıkıyor ve bilinçli bir şekilde kuşaktan kuşağa aktarılıyorsa o zaman bu yanlışlıkları bir yetersizliğin sonucu sayıp iyi niyetle çalışıldığında düzeltilebileceğini düşünmek imkânsızlaşmaktadır. Ayrıca mesele bir nevi bilgi yarışı hâline getirildiğinde oryantalistler, eleştirildikleri hususlarda kendilerinin haklı olduklarını savunacak delilleri de rahatlıkla geliştirebilmektedir. Bu bağlamda Bernard Lewis’in “The Question of Orientalism” başlıklı yazısında Filistinli bir Arap olup üniversite öncesi eğitimini Mısır’da alan Edward Said’i Arapça bilmemekle suçlaması çok çarpıcı bir örnektir.

Oryantalist çalışmalar hâlâ sıkı bir ilişki ağı içerisinde güçlü ve sistemli bir şekilde sürdürülmektedir. 11 Eylül olayları sonrasında özellikle ABD’de oryantalist çalışmalar yapan kurumların yetersizliğine ilişkin resmî eleştiriler, aynı zamanda bu çalışmaların Batı dünyası için taşıdığı hayati önemi göstermektedir.

Günümüzde çeşitli oryantalist dernekler ve kongreler çağın ruhuna uygun biçimde isimlerini değiştirmiş de olsalar faaliyetlerini aynı hızla fakat daha fazla uzmanlaşmış olarak sürdürmekte ve bu alandaki çalışmalarıyla tanınan pek çok enstitü Avrupa ve Amerikan üniversitelerinde varlığını korumaktadır.

Şarkiyatçıların kendi batıl davalarına gösterdiği sadakat, özveri ve fedakârlık bu kadar açık bir şekilde göz önünde dururken Müslümanların hak davaları için en azından aynı seviyede bir gayret göstermemeleri, furu’ konularla gündemlerini meşgul edip aslî olana uzaklaşmaları düşünülmesi ve ibret alınması gereken bir husustur.

Dinimiz her zaman yücedir fakat mensuplarının durduğu yer ve aldıkları tavır kendi sorumlulukları olarak kayıtlara geçecektir. Arapça, bir Müslüman için -hangi ırk veya etnik kökenden olursa olsun- anadili mesabesindedir. Ebu Hanifeler gibi, tarihimiz bunun en mümtaz örnekleri ile dolu iken bizim Arapça veya din ilimlerimizde batılı araştırmacılardan daha geri bir seviye ve gayrette olmamızın bir mazereti olmayacaktır.

0 Yorum

Bu içerik ile ilişkili bir yorum bulunmamaktadır.
Yorum Yap